Küçük Tanrılar..!
Modern dünya, hızla değişen sosyo-kültürel yapılar, teknolojik gelişmeler ve dijital medya aracılığıyla bireylerin yaşam tarzlarını, değer yargılarını ve dünya görüşlerini şekillendiriyor. Bu süreçte çocuklar, toplumun en savunmasız ve etkileşime açık üyeleri olarak bu değişimlerden doğrudan etkileniyorlar. Teknoloji ve dijital medya, özellikle sosyal medya platformları, çocukların hem zihinsel hem de duygusal dünyalarını doğrudan etkileyen unsurlar haline gelmiş durumda.
Ancak, bu dijital dönüşüm yalnızca teknolojik anlamda değil, aynı zamanda sosyokültürel ve psikolojik bağlamda da büyük bir değişimi beraberinde getiriyor. Bu durum, aşırı bireyselleşme ve materyalizmin hâkim olduğu bir toplumsal yapının çocuklara dayattığı sorunlu bir yaşam tarzını ortaya çıkarıyor. Çocukların, aşırı haz odaklı ve narsistik eğilimlerle büyüdüğü bu kültür hem onların hem de gelecekteki toplumun sağlıklı bir şekilde gelişmesini engelliyor. Bu sorunun temelinde, ebeveynlerin ve eğitim sistemlerinin rolü büyük. Özellikle ebeveynler, çocuklarını "küçük tanrılar" olarak görmeye başladıklarında, onların her isteğini yerine getirmeye ve aşırı hoşgörüyle yaklaşmaya eğilimli oluyorlar.
Bu, çocukların kendilerine dair gerçekçi olmayan bir özsaygı geliştirmelerine ve empati, sabır gibi duygusal becerilerden yoksun kalmalarına yol açıyor. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında ise, bu durumun toplumsal sonuçları oldukça ciddi. Bir yandan tüketim kültürü, çocukların sahip olma arzusunu sürekli beslerken, diğer yandan medya ve eğlence sektörü, haz odaklı bir yaşam biçimini teşvik ediyor. Bu bağlamda çocuklar, maddi nesnelere hızla ulaşabilen, anlık hazlar peşinde koşan ve sabırsız bireyler olarak yetişiyorlar. Bu sosyolojik tablo, özellikle eğitimciler tarafından yakından gözlemleniyor.
Kendi deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, çocukların dikkat sürelerinin kısaldığı, sabırlarının azaldığı ve kolayca sıkıldıkları bir dönemdeyiz. İngilizce derslerimde öğrencilerime eğitici oyunlar ve aktiviteler sunduğumda, oyunun tekrarı bile onları tatmin etmiyor ve hızla ilgilerini kaybediyorlardı. Çünkü bu çocuklar, haz kültürünün içine doğmuşlardı ve hayatı sanki bir sosyal medya videosu izler gibi hızla ve yüzeysel bir şekilde yaşıyorlardı.
Çocukların bu hızla değişen ve sürekli yeni uyarıcılara ihtiyaç duydukları dünyada olgunlaşmaları ve derin bir sosyal bilinç geliştirmeleri zor bir süreç haline geliyor. Oysa çocukların sağlıklı bir gelişim göstermeleri için, sabırlı olmayı, mücadele etmeyi ve toplumsal kurallar çerçevesinde sorumluluk almayı öğrenmeleri gerekiyor. Bu durumun daha geniş sosyolojik sonuçları, bireyselleşmenin ve materyalizmin toplumun dokusunu nasıl etkilediğiyle ilgili. Aşırı bireyselleşme, toplumun birlikte yaşama becerisini zayıflatırken, narsisizmi besleyen materyalizm, insanların kendilerini diğerlerinden üstün görme eğilimlerini güçlendiriyor. Bu, toplumsal dayanışmayı zayıflatıyor ve bireyler arasındaki güven duygusunu sarsıyor. Özellikle çocuklar, bu materyalist ve bireyci kültürün içinde büyüdüklerinde, yalnızca kendi çıkarlarını düşünen ve empati kurma yeteneğinden yoksun bireyler olarak yetişiyorlar.
Toplumsal normlar ve değerler, bu süreçte arka plana itiliyor ve yerini haz arayışına ve bireysel tatminin ön plana çıktığı bir yaşam tarzına bırakıyor. Bu bağlamda, sosyalleşme süreci de çocuklar için sorunlu hale geliyor; zira toplumsal değerlerden ve geleneklerden habersiz büyüyen çocuklar, sosyal hayatta da uyum sorunu yaşayabiliyorlar. Bu aşamada, sosyolojik olarak şu soruyu sormak gerekir: Toplum olarak bir denge bulabilir miyiz? Geçmişte katı ebeveyn disiplinine karşı çıkan bir nesil, şimdi aşırı hoşgörü ve sınırsız isteklerin hâkim olduğu bir ortamda yaşıyor. Bu iki uç arasında bir denge kurulamazsa, çocukların hem bireysel gelişimleri hem de toplumsal uyumları açısından büyük sorunlar ortaya çıkacaktır. Aşırı hoşgörü, disiplinin eksikliğini doğurur ve bu da çocukların sorumluluk bilincini geliştirmesini engeller. Çocukların her istediklerine kolayca ulaşmaları, mücadele etmeyi ve çaba göstermeyi öğrenememelerine yol açar. Sonuç olarak, bu bireyler topluma katkı sağlamak yerine, toplumu sömüren bireyler haline gelebilirler.
Dolayısıyla, toplum olarak önce kendi davranışlarımızı sorgulamalı ve çocuklara gerçekçi bir rol model sunmalıyız. Çocuklar, sadece kendi istekleri doğrultusunda değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluk bilinciyle yetiştirilmeli. Eğer gelecekte daha sağlıklı ve dengeli bir toplum inşa etmek istiyorsak, çocuklara gerekli disiplini ve sorumluluk bilincini kazandırmak zorundayız. Bu süreç, bireysel hazzın ötesine geçen, toplumsal dayanışmayı ve sorumluluğu ön plana çıkaran bir eğitim ve ebeveynlik anlayışıyla mümkün olabilir.