Bu yaz yollara düştük. Ailecek. Ama bu bir tatilden çok daha fazlasıydı.
Ben, baba olarak bir görev bildim kendime: Evladıma dedelerimizi göstermek… Haritalarda değil, taşlarda, sokaklarda, camilerde, mezar taşlarında anlatmak istedim. Çünkü geçmiş, kitapta değil; gidip gördüğünde, diz çöküp dua ettiğinde, göz göze geldiğinde kendini anlatıyor.
İlk durağımız Selanik’ti. Atatürk’ün doğduğu evde sessizce dolaşırken, duvarda asılı duran fotoğraflara değil, evin ruhuna baktık. Orası bir liderin değil, bir devrin doğduğu yerdi.
“Bak oğlum,” dedim, “buradan bir fikir doğdu, bütün bir milleti ayağa kaldırdı.”
Manastır’da Askerî İdadi’ye vardığımızda gözlerim doldu. Sanki genç Mustafa Kemal köşeden çıkıp geçecek gibiydi. O taş merdivenlere, sınıf kapılarına baktım uzun uzun. O okulda sadece subay yetişmemişti; vatanı için düşünen, direnen bir milletin evladı doğmuştu.
Ohrid ise başka bir huzurdu. Göl kenarında yürürken hem biz eğlendik, hem de Osmanlı evlerinin gölgesinde geçmişe uzandık.
Bir yaz beldesinde bile tarihin gölgesi vardı.
Tiran’da Ethem Bey Camii’ne uğradık. Sessiz sedasız, vakur. “Bu şehirde biz vardık,” dedirten bir cami. Kimseye ispatlamaya gerek yoktu, taşlar konuşuyordu zaten.
Budva ve Kotor… Sahiliyle, kaleleriyle büyüleyici yerler. Ama oralarda bile bir Osmanlı bakiyesi var. Evladıma her gördüğüm izde şunu söyledim:
“Biz sadece fethetmemişiz, biz kalpler inşa etmişiz oğlum.”
Sonra Mostar… Ah Mostar…
Köprünün başında sustum. Evladıma susarak anlattım orayı. Çünkü bazen kelime fazla gelir. O köprü sadece taş değil, bir yürekmiş. Blagaj Tekkesi'nde diz çöktük. Sessizce. İçimizden gelen duaları gönderdik geçmişin Alperenlerine.
Evladım gözümün içine baktı, "Onlar neden gitti baba bu kadar uzağa?" dedi.
Yutkundum.
"Onlar gitmeseydi, biz bu izleri şimdi göremezdik."
---
2. Bölüm: Biz Gittik, Gördük, Döndük… Ve Anladık
Saraybosna’ya vardığımızda içim burkuldu.
Başçarşı’da dolaşırken tanıdık bir ezgi, bir koku, bir söz bulmaya çalıştım. İnsanları sıcak, camileri vakur. Ama şehrin üstünde bir hüzün var.
Yüz yıl geçse de savaş izleri kolay silinmiyor. Evladıma, “İşte zulüm böyle iz bırakır” dedim.
Sonra Venedik’e geçtik. Masal gibi. Her sokağı tablo. Ama içinde bir soğukluk var.
Evladım büyülendi elbet, ama ben orada sadece ihtişam değil, geçmişte bizle yapılan rekabetin izlerini de gördüm.
Venedik'le Osmanlı'nın ticaretini anlatırken bir şey fark ettim: Biz sadece savaşmamışız, beraber yaşamayı da başarmışız.
Münih bambaşka. Kurallı, temiz, düzenli… Ama bana fazla mekanik geldi. İnsanların yüzünde duygu değil, sistem vardı.
Oysa bizde, en yorgun kahvecide bile iki çift muhabbet, bir bardak çayla ruhunu besleyen bir sıcaklık var.
Viyana ve Budapeşte ise tam anlamıyla geçmişin aynasıydı. Gül Baba Türbesi’ne gittik Budapeşte’de. Türbenin bahçesinde sessizce oturduk.
Evladım bir anda başını kaldırıp “Baba, biz gerçekten çok büyük bir milletmişiz” dedi.
Ben sadece sustum, gülümsedim. Çünkü bunu onun kendiliğinden fark etmesi, bin kitap okumaya bedeldi.
Yurda dönerken sınırdan geçtiğimiz an hepimizin içi rahatladı.
Yollar düzgün, tabelalar tanıdık, yüzler bizden.
Evladıma döndüm, "Nasıldı?" dedim.
“Güzeldi baba,” dedi, “ama evimiz daha güzel.”
Evet.
Avrupa’yı gördük, hayran kaldık. Ama en büyük kıymeti döndüğümüzde anladık.
Türkiye sadece bir ülke değil.
Tarihin, kültürün, vicdanın, modernliğin buluştuğu bir medeniyet.
Eksiklerimiz elbet var, ama potansiyelimiz onlardan çok daha büyük.
Şimdi daha güçlü bir inançla söylüyorum:
“Ne mutlu bu topraklarda doğana, ne mutlu bu millete aidiyet duyana.”