Fil Tuzağı
Bazen çevremizde bize örülen tuzakların farkına varamayız. Dostumuzu düşmanmış gibi görür ve ona karşı gardımızı sertçe alırız. Hâlbuki bazen bu aldığımız gard ve attığımız yumruk, aslında kendimize attığımız yumruktur.
İdraki, görüşü ve olayları okuma gücü olanlar bu durumdan belki çok zarar görmez, en az hasarla sıyrılabilirler. Ancak bazen öyle tuzaklar, öyle kumpaslar olur ki, etrafımızı hainler sarar; akı kara, karayı ak gösterirler adama. Olay sarmalının içinde bir süre sonra kendimizi kör dövüşünün ortasında buluruz. Hem kendimize hem de sevdiklerimize zarar verirken, güçlü ama sersemlemiş bir şekilde, sonunda yorulmuş bedenimizle kalırız.
Anlatmak istediğim satırları bir hikâye ile canlandırayım. Hikâyemizin adı Fil Tuzağı. Kahramanları ise iri cüsseli filler. “Fil Tuzağı” hikâyesinin filler üzerinde bıraktığı etkiyi düşündükçe, bu hikâyenin insanlara da ne kadar benzer bir uyarı taşıdığını fark ediyorum.
Hikâye özetle şöyle:
Fil avcıları vahşi filleri takibe alırlar. Bilirler ki filler geleneklerine bağlıdır; beslenmeye, su içmeye hep aynı yolları kullanırlar. Avcılar uygun bir yerde filin düşüp çıkamayacağı kadar derin bir çukur kazar, üstünü kamışlarla örter ve hafifçe toprakla kamufle ederler.
Genellikle sürünün en büyüğü ve en güçlüsü olan lider gelir ve çukura düşer. Avcılar siyah elbiselerini giyer, fili dayanabildiği kadar aç bırakır, eziyet ederler. Günlerce aç ve susuz kalan fil hırçınlaşır. Bu kez aynı avcılar beyaz elbiselerini giyer, filin sevdiği yiyecekleri verir, okşar, gönlünü kazanırlar. Hırçınlığı geçen filin önünü açarlar ve beyaz elbiseli avcıların yardımıyla fil çukurdan çıkar. Artık onları kurtarıcı olarak görür. O andan itibaren “sahip” ne derse onu yapar. Bu durumun adı benimsenmiş çaresizliktir.
Bir gün Arap dünyasında bulunduğum sırada, “Türkler Müslüman değil” diyen bir topluluğun içinde tartışmaya girmiştim. O sırada yaşlı bir amca beni evine davet etti. Gittik. Bahçesinde her ihtiyacını karşılayacak kadar malzeme vardı. Hatta ineğinin bakımının bile devlet eliyle yapıldığını anlattı.
Bahçede oturduk. İkramlar küçük bir pencere önüne konuluyor, erkekler oradan alıp bizlere servis ediyordu. Bir süre sonra yaşlı amca, akıcı bir Türkçeyle konuşmaya başladı: “Ben aslında Kars’ın Kağızman ilçesindenim. Osmanlı döneminden beri buradayız. Birinci Dünya Savaşı öncesi, sanırım 1909 yıllarında Osmanlı kıyafeti giyen İngilizler buraya, Trablusgarp’a geldiler. Bütün kadınların ırzına geçtiler, yaşlı ve çocukları öldürdüler. Aradan altı ay geçmeden bu kez İngiliz askeri kıyafeti giyerek geldiler. Bu kez halka yiyecek, tedavi ve şefkat dağıttılar. İşte bu yüzden Araplar Osmanlı’yı, dolayısıyla Türk’ü sevmez.”
Netice-i kelam, bu iki hikâyeyi dikkate aldığımızda dostumuzu ve düşmanımızı seçme konusunda çok daha dikkatli olmamız gerektiğini anlamamız zor değildir. Elin emperyalisti ya da kapitalisti, sana doğruyu eğriymiş, eğriyi doğruymuş gibi gösterebilir.
Bu noktada toplumun aydın kesimine büyük görev düşmektedir. Halkı aydınlatmalı, tuzaklara düşmekten korumalıdır. Başka ülkemiz yok, sığınacak başka vatanımız da yok. Bizim derdimiz; vatanımızın, milletimizin bekası ve varlığının devamıdır.
Son nefeste bile Rabbim bizlere vatana bilerek ya da bilmeyerek zarar verdirmesin.
Selam ve saygılarımla