Fahri SAĞLIK

Tarih: 18.09.2025 09:40

Name-İ Saadet

Facebook Twitter Linked-in

Name-İ Saadet

Peygamber efendimiz Hz. Muhammet(s.a.v.)’in deri üzerine yazılmış ve günümüze ulaşan mektuplarına “name-i saadet” denir.

Mukaddes Emanetler İçinde Name-i Saadetler ayrı bir öneme sahiptir. Hz. Peygamber’in başlattığı kutlu davet gönülden gönüle ulaşarak Türklere de ulaşmıştı. Peyderpey İslam’a giren Türkler, erken dönemlerden itibaren dünyadaki her Müslüman gibi yüce Rabbimizin elçisi ve habibi Hz. Peygamber’e derin bir muhabbet ve hürmet duymuştur. Ulu bir çınara benzeyen söz konusu muhabbetin bu kadar kuvvetli olmasında İslam’ın Hz. Peygamber’in şahsında örnekliğe dönüşmesi ve Kur’an-ı Kerim’de ona uyma ile onu örnek almanın emredilmesi yanında asırlara sârî bir şekilde âlimlerin, ariflerin, ediplerin ve hükümdarların kültür ve ruh dünyamızı onun sevgisiyle beslemesi yatmaktadır.                                                                     

Kutlu önderimiz ve örneğimiz Hz. Peygamber’e duyulan muhabbet çınarının en önemli dallarından birini mukaddes emanetler oluşturur. Bu emanetler Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memluklere karşı gerçekleştirdiği Mısır Seferi’nin zaferle neticelenmesiyle elde edilmiştir. Yavuz Sultan Selim, Mısır’daki mukaddes emanetleri altın sim işlemeli kat kat bohçalara sarılı halde görmüş ve onları yüzüne gözüne hürmeten sürüp “Şefaat Ya Resulallah!” diyerek bizzat mühürlemişti. Ardından Mekke’den gönderilen diğer bazı mukaddes eşyalarla birlikte Hz. Peygamber, sahabeler ve Haremeyn’e ait eşyalardan oluşan mukaddes emanetler deniz yoluyla yeni hilafet merkezi ve başkent İstanbul’a naklolmuştu.

Osmanlılar için Hz. Peygamber’in sünnetine bağlılığın ve ona duyulan muhabbetin bir işareti sayılan mukaddes emanetlerin muhafazası ve çeşitli vesilelerle toplanmasına önem verilmişti. Nitekim XVI. yüzyılın başlarından itibaren XX. yüzyılın başlarına kadar çeşitli yollarla elde edilen bu emanetler çoğalıp zenginleşmiştir. Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilen mukaddes emanetlerin bir kısmını “name-i saadet” veya “name-i nebevi” olarak da adlandırılan Hz. Peygamber’in davet mektupları oluşturmaktadır. 

Hz. Peygamber, putperestliğin hâkim konuma geldiği ve tevhit inancının ortadan kalktığı Mekke’de tebliğ ve davet sürecini başlatmıştı. Bu mücadele Mekke’de 13 yıl devam etmiş, Medinelilerin İslam çağrısına olumlu cevap vermesinden sonra Hz. Peygamber ve ashabı Medine’ye hicret etmişlerdi. Medine’ye hicret Hazreti Muhammet ve Müslümanlar için bir dönüm noktası oluşturmuştu. 

Medine döneminde bir yandan tebliğ ve davet, bir yandan da Mekkeli müşriklerle mücadeleler devam etmiş, Hendek savaşından yaklaşık bir yıl sonra Mekkeli müşriklerle gerçekleştirilen Hudeybiye Barış Antlaşması Hz. Peygamber’e nübüvvetinin bir gereği olarak bölgedeki hükümdar ve liderlere tebliğ yapma fırsatı sağlamıştı. Böylece onlardan İslam’ı kabul edenler vasıtasıyla bu yeni dinin çeşitli kavimler arasında yayılmasına vesile olacaktı.

Hz. Peygamber bu çerçevede hicri 7. yılın başı olan Muharrem ayından itibaren (Mayıs 628) dönemin büyük imparatorluklarına, Arap yarımadası ve civardaki yerel hükümdarlara elçiler aracılığı ile İslam’ın evrensel mesajını taşıyan davet mektupları göndermiştir. Mektuplar gönderilmeden önce bölgedeki hükümdarların kendilerine gönderilen mühürsüz mektupları okumadıkları hatırlatılınca Hz. Peygamber, yuvarlak siyah akik taşlı gümüş bir mühür/yüzük edinmiş ve mektuplarda onu kullanmıştır. Bu mühüre “Muhammed Resulullah” (Muhammed Allah’ın resulüdür) ibaresi nakşedilmişti. Sadece bölgedeki hükümdarlara gönderdiği mektuplara değil atadığı vergi memurları, kumandan ve vali gibi görevlilere verilen belgelerde de bu mührü kullanmıştı. 

Hz. Peygamber’in vefatı ardından Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından kullanılan bu mühür, Hz. Osman’ın 650-651 yılında Medine’deki Eris Kuyusu’na düşürmesiyle kayboldu. Ancak aynı ibareyi taşıyan bir kopyası yaptırılmıştı. XIX. asırda bulunarak mukaddes emanetlere dâhil edilen mührün bu mühür olduğu tahmin edilir.

Tebliğ ve davet mektupları Hz. Peygamber’e gelen vahiyleri de yazan sahabeler tarafından kaleme alınmaktaydı. Mektupların içeriği ve tertibine bakarsak bir örnek üzerinden gitmek daha açıklayıcı olacaktır. Bu bağlamda Bizans Kayseri Herakleios’a gönderilen mektubun metni şöyledir: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Rum’un büyüğü Herakleios’a. Allah’ın selamı, hidayete ermiş kimse üzerine olsun! Seni İslam’a çağırıyorum. İslam’ı kabul et ki kurtuluşa eresin ve Allah da ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen halkın günahını sen çekersin. “ Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan söze geliniz: Sadece Allah’a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer yüz çevirirlerse, şahit olun, biz Müslümanız deyiniz.” (Al-i İmran 3/64)                                                                  

Davet mektupları besmele ile başlamış, Hz. Peygamber’in adı ile birlikte Allah’ın kulu ve elçisi olma vasfı belirtilmiştir. Ondan sonra gönderilen hükümdarın adı zikredilmiştir. Bizans Kayseri Herakleios’a yazılan mektupta ona melik ifadesi yerine Rumların büyüğü şeklinde hitap edilmiştir. Muhtemelen mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu vurgulama ve dikkat çekme amaçlanmıştır. Akabinde selamlama cümlesi gelmekte ancak muhatabın Müslüman olmaması sebebiyle dua anlamı taşıyan selam hidayete ermiş kimse üzerine olsun şeklinde genel ifadeyle zikredilmiştir. Ardından mektubun yazılma ve gönderilmesindeki asıl amaç belirtildikten sonra konu İslam’a davete gelmektedir. Hem İslam’a girerek kurtuluşa ermesi hem de öncü olarak halkının İslam’a girmesine vesile olacağından Allah’ın ona vereceği mükâfatın iki kat olacağı ifade edilmiştir. Şayet kabul etmezse hem kendisinin günahını hem de halkının İslam’a girmesine engel olacağından günahının iki kat olacağı zikredilmiştir. Muhatabın Hristiyan olması sebebiyle Hıristiyanlıktaki yanlış yönelişlerin odak noktasını oluşturan “Hz. İsa’nın konumundan” hareketle Allah’tan başkasına tapmama ve insanların birbirlerini tanrılaştırmasına meydan vermeme ilkesini içeren Al-i İmran suresinin 64. ayeti zikredilerek, hükümdar tevhit inancına davet edilmektedir. 

Bu mektuplar incelendiğinde mektuplarda gereksiz ifadelere yer verilmediği görülür. Hitap edilen kişinin konumuna binaen değişen bazı ufak farklılıklarla beraber kısa, açık ve veciz ifadelerle yazılan bu mektuplarda amacın İslam’ı tebliğ ve davet olduğu müşahede edilir. Muhatabın konumu ve durumuna göre Kur’an-ı Kerim’den ilgili ayetlerin de yer aldığı görülmektedir.

Hz. Peygamber’in mektuplarından günümüze intikal eden dört tanesi mukaddes emanetler arasında bulunmaktadır. Topkapı Sarayı’nda “name-i saadet” olarak da adlandırılan Hz. Peygamber’in bu davet mektupları arasında Mısır Mukavkısı’na, Bahreyn Hükümdarı Münzir b. Sâvâ’ya, Gassani hükümdarlarından Haris b. Ebu Şemir’e ve peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetü’l-Kezzab’a gönderilenler yer alır.

Fahri SAĞLIK

Emekli Müftü


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —